CHP GRUBU ADINA AHMET ÜNAL ÇEVİKÖZ (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak ve Suriye topraklarındaki varlığını bir yıl uzatma talebiyle Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan tezkere hakkında Cumhuriyet Halk Partisi adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle Sayın Başkan, zatıalinizi ve yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

30 Ekim 2020 tarihinden itibaren bir yıl uzatılması hususunda 30 Eylül 2020 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan bir tezkere yani bugün konumuz olan tezkere. Bir de 2019 yılında yani tam bir yıl önce yine Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan tezkere. Bu iki tezkere arasında çok ciddi farklılıklar var. İzninizle bu farklılıklara değinerek sözlerime başlamak istiyorum. 2019 yılında yüce Meclise sunulan tezkerenin 3’üncü paragrafında aşağıdaki ifadeye yer verilmiş, okuyorum: “PKK, PYD, YPG ve DAEŞ başta olmak üzere Suriye’de mevcudiyetini sürdüren terör örgütleri ülkemize yönelik eylemlerini sürdürmektedir. Suriye’de Fırat’ın doğusunda, sınırımıza mücavir alanlarda meşru ulusal güvenlik çıkarlarımız doğrultusunda bir güvenli bölgenin tesisine yönelik faaliyetler de devam ettirilmektedir. Diğer taraftan Astana Süreciyle başlayan ateşkesin kalıcı barışa ve çözüme ulaştırılması yönünde ülkemizin ilgili diğer ülkelerle yürüttüğü çalışmalarda kaydedilen önemli mesafe sonucunda ülkemiz Suriye sınırları içerisinde ilan edilen İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesinde terör faaliyetlerinin sonlandırılması ve huzur, barış ve güvenliğin sağlanması bağlamında yükümlülükler üstlenmiştir.” Gayet açık. Bu yıl Meclise sunulan, bugünün konusu olan tezkerede ise aynı kapsamda şu ifadelere yer verilmiş: “Suriye’de, sınırımıza mücavir alanlarda, PKK/PYD-YPG ve DEAŞ başta olmak üzere mevcudiyetini sürdüren terör örgütleri ülkemize yönelik eylemlerini sürdürmektedir. PKK/PYD-YPG, Fırat’ın doğusunda bölücü gündemine hız vermiştir. Harekât alanlarımızda tesis edilen sükûnet ve istikrarı korumak amacıyla meşru ulusal güvenlik çıkarlarımız doğrultusunda önlemler alınmaktadır. İdlib’te, Astana süreci çerçevesinde istikrar ve güvenliğin tesisine yönelik faaliyetlerimizi hedef alan risk ve tehditler devam etmektedir.” Şimdi, “farklılık” dedim ya, bu farklılıklar ne anlama geliyor, onu bir açıklamak isterim. 

Bir kere bu yıl Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan metinde geçen yıl bahsedilen “güvenli bölgenin tesisi” ifadesinden vazgeçilmiş. Deniyor ki: “PKK/PYD-YPG, Fırat’ın doğusunda bölücü gündemine hız vermiştir.” Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in Suriye’de terör örgütü YPG/PKK elebaşlarıyla Kürt Ulusal Konseyi temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde Türkiye’nin bölgeye yeni bir operasyon düzenlemeyeceği iddiasına ben herhangi bir şekilde resmî bir yanıt verildiğini duymadım. 

Bu yılki tezkerede, Astana’nın garantör ülkelerinden biri olarak bulunma nedenimizi anlattığımız tezkere metninde “huzur” ve “barış” kelimelerine yer verilmekten de kaçınılmış. Suriye’de huzurun ve barışın garantörü değilsek neyin garantörüyüz?

Ayrıca, bu yılki tezkerede “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi” ifadesi de yok. O hâlde İdlib’de ne işimiz var? Şurası açıktır sayın milletvekilleri: Astana süreci çökmüştür. İktidar her fırsatta toprak bütünlüğünü savunduğunu iddia ettiği Suriye’de huzurun ve barışın tesis edilmesi konusunda samimiyetini yitirmiştir. Suriye’nin toprak bütünlüğünün ortadan kaldırılmasında da en etkin rol oynayan aktör hâline gelmiştir.

Yine bu yılki tezkerede şöyle deniyor: “Harekât alanlarımızda tesis edilen sükûnet ve istikrarı korumak amacıyla meşru ulusal güvenlik çıkarlarımız doğrultusunda önlemler alınmaktadır.” Oysa Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyinin oluşturduğu Bağımsız Uluslararası Suriye Arap Cumhuriyetini Tahkikat Komisyonu diye bir kuruluş var. Bu kuruluş Suriye genelinde 11 Ocak-1 Temmuz 2020 tarihleri arasında yapılan incelemeleri ortaya koyan bir rapor yayınladı. O raporda da şöyle deniyor: Türkiye’ye insan kaçırma, işkence, sivillerin mülklerine yönelik yağma gibi savaş suçları işlemi olabileceği görülen Suriyeli muhalifleri, kontrol altına alma çağrısında bulunuluyor raporda.

Sayın milletvekilleri, bu çağrı aslında ihmal edilmeyecek kadar önemli. Neden önemli? Çünkü ülkemizin itibarını yakından ilgilendiren bu konuda, iktidarın samimi davranması gerekiyor. Bu rapora cevap verildi mi, bu iddialar reddedildi mi? Hayır. Önceki tezkerelerde olduğu gibi “Türkiye’nin güney kara sınırlarına mücavir bölgelerde yaşanan gelişmeler ve süregiden çatışma ortamının millî güvenliğimiz açısından taşıdığı risk ve tehditler artarak devam etmektedir.” deniyor. Bunun anlamı da şudur: “Komşularla sıfır sorun” diye başlayıp tüm komşularla sorun yaşamaya devam ediyoruz. Zira Irak’la dahi gerilim yaşamayı başarmış durumdayız. 

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tezkere özelinde geçen yıldan bugüne Suriye’de gelişmelere bakılacak olursa iktidarın tezkere performansı da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Geçen yılki tezkere döneminin maalesef ülkemiz ve özellikle askerlerimiz için çok zor geçtiğini itiraf etmemiz gerekiyor. Astana sürecindeki çatışmasızlık bölgesi ilan edilen İdlib’de Türk Silahlı Kuvvetleri 12 gözlem misyonu kurmuştu. 17 Eylül 2018 tarihinde Rusya’yla Soçi’de imzalanan muhtırayla Türkiye bir misyon, bir görev üstlenmiştir. Neydi bu görev? Ilımlı ve radikal muhalifleri ayırmak, yaklaşık 20 kilometre derinliğinde bir tampon bölge kurmak, silahlı muhaliflerin ağır silahlarını toplamak, M4,M5 karayollarının açılmasını sağlamak ve bu konularda üzerine düşenleri yapacağını garanti etmek. Bunlar kayıt altına alınmıştı ancak aradan geçen süre zarfında İdlib’deki durum eskisinden daha da ağırlaştı. Bu tabloyu ağırlaştıran unsurlardan biri de Türk Silahlı Kuvvetlerinin İdlib’de bulunan gözlem noktalarının rejim güçleri tarafından çevrelenmiş olmasıdır. Bakın, İdlib’de 2020 yılında yaşanan ve hepimizi derin üzüntüye boğan, canımızdan can alan önemli gelişmeleri şöyle bir hatırlayalım. Türkiye’nin İdlib’e askerî tahkimatı devam ederken Suriye ordusunun 3 Şubat 2020 tarihinde Serakib şehri yakınlarındaki saldırısı sonucunda 7’si asker 8 vatandaşımız şehit oldu, 13 askerimiz yaralandı. 10 Şubat 2020 tarihinde Taftanaz beldesinde yapılan saldırıda 5 askerimiz şehit oldu, 5 askerimiz yaralandı. 27 Şubatta İdlib’de 33 askerimiz şehit oldu. 27 Mayısta İdlib’de Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyunun geçişi sırasında gerçekleşen patlamada 1 askerimiz şehit oldu. İdlib’de 5 Haziranda zırhlı ambülans aracına yapılan saldırı neticesinde 1 askerimiz daha şehit oldu. 6 Eylül 2020, Suriye’nin İdlib bölgesinde teröristlerin silahlı saldırısı sonucu yaralanan 1 asker şehit oldu. Bakın, 16 Eylül 2020 tarihinde Millî Savunma Bakanlığı bir açıklama yaptı ve o açıklamada dendi ki: “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’ndeki 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 numaralı gözlem noktalarımıza Esad rejimi tarafından yönlendirilen sivil görünümlü bazı gruplar yaklaşmış, 7 numaralı gözlem noktamıza saldırıda bulunmuş, alınan tedbirler sonrasında dağılmışlardır.” dendi. Bu söz konusu saldırı ne zaman oldu, biliyor musunuz? Bu söz konusu saldırı bir Rus askerî heyetinin Ankara’da Millî Savunma Bakanlığında İdlib’deki gelişmelerle ilgili olarak Türk karşıtlarıyla son durumu değerlendirmekte oldukları bir sırada oldu. Millî Savunma Bakanlığının açıklamasında bahsi geçen gözlem noktalarının da Suriye ordusunun kontrolündeki bölgede bulunduğunu tekrar hatırlatmak isterim yani İdlib’de 50 şehit ve geldiğimiz nokta, Türkiye’nin hâlâ oradaki mevcut askerleri Suriye ordusu tarafından kuşatılmış durumda. 

Değerli milletvekilleri, kamuoyu Doğu Akdeniz’deki gelişmelere odaklanırken İdlib’den gelen haberler İdlib’in patlamaya hazır bir bomba olduğu gerçeğinin de zihinde tutulması gerektiğini bize işte bu tablo nedeniyle bir kere daha hatırlatıyor ve biz onun için “İdlib’de ne işimiz var?” diyoruz. Normal koşullarda Türkiye 5 Mart Mutabakatı uyarınca belirlenen ateşkes hattı olan M-4 ve M-5 otoyollarının güneyinde kalan bölgede kontrolün Suriye yönetiminde olduğu gerçeğinden hareket ederek buradaki gözlem noktalarında bulunan Mehmetçik’i güvenliğini düşünecek şekilde geri çekmek olmalıydı. Bunun yapılmamış olması Mehmetçik’in can güvenliğini giderek daha fazla tehlikeye atmaktadır.

Değerli milletvekilleri, diğer terör unsurları açısından da riskler devam ediyor. Bakınız, Uluslararası Kriz Grubu, 29 Haziran tarihinde IŞİD’e katılıp sonra Türkiye’ye geri dönenler üzerinde kapsamlı bir rapor yayınladı. Türkiye, IŞİD’in en fazla üye devşirdiği ülkelerden biri konumundaymış. Yaklaşık 9 bin kişinin IŞİD’e katılmak üzere Türkiye’den ayrıldığı belirtiliyor raporda. IŞİD’in Suriye ve Irak’taki etkinliği azalsa da ülkemize dönen binlerce IŞİD militanı bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. 2014-2017 yılları arasında gerçekleşen 16 saldırıda 300’e yakın vatandaşımızı IŞİD saldırılarına kurban verdik. Şimdi, bu kişilerin cezalandırılmaları veya güvenliğimize tehdit oluşturmayacak şekilde rehabilite edilmeleri iktidarın sorumluluğunda değildir de kimin sorumluluğundadır?

Rapordaki tespitlerden biri şöyle: “Yetkililerin rehabilitasyon veya deradikalizasyon olarak tanımladığı alanda geliştirilen mevcut politikaların hedefleri genelde muğlak ve bakanlıklar arası çabalar koordine edilmiyor.”

Bakın, daha raporda neler deniyor: “Sosyal hizmet görevlileri, polis, imam, gardiyan ve yerel yetkililere geri dönenler ve aileleriyle ilgili neler yapılması gerektiğine dair uzmanlık eğitimleri verilmiyor.” Raporda deniyor ki “Bu konularda yönlendirici olabilecek mercilere net görevler atfedilmemiş durumda.” Raporda deniyor ki “Bu konularda sivil toplum aktörlerine genelde rol biçilmiyor ve yetkililer dış paydaşlarla iş birliği yapma konusunda gönülsüz.” ve raporda deniyor ki “Türkiye’ye geri dönen kişilerden bazılarının IŞİD’e yakın çevrelerle bağlantıları sürüyor. İdlib’teki gelişmeler yakın gelecekte ülkemizde IŞİD başta olmak üzere selefi cihatçı akımların tehditlerini arttırabilir.” Bu nedenle uluslararası kriz grubunun raporunu Meclisimizin huzurunda dile getirmek istedim. Yetkililerin de rapordaki tespitleri dikkatle okuyacaklarını ve IŞİD’le mücadele stratejilerini daha kapsamlı hâle getirmek için de adım atacaklarını umuyorum. Zira, 2017’de -biraz evvel de adı geçti- bir terörist IŞİD’in Adana emiriyken birkaç kez gözaltına alındı ama her seferinde serbest bırakıldı. Aradan üç yıl geçti, 2020’de bu defa Türkiye emiri olarak yakalandı yani adam terfi etmiş. Bir de madalya taksaydınız bari. 

Değerli milletvekilleri, bakın, yeni yasama yılına başlarken dış politikadaki sorunlar bunlarla da bitmiyor. İktidar dış politika konularında Meclisimizi görmezden gelse de Meclisimiz nezdinde temsil ettiğimiz yurttaşlarımıza ve ülkemize karşı sorumluluğumuz gereği bu sorunlar manzumesini açıklamak bizim görevimizdir. 

Suriye’de pusulasını kaybeden iktidar, Orta Doğu’nun önde gelen ülkeleri başta olmak üzere Körfez ülkeleriyle de ülkemizi karşı karşıya getirdi. Tek adam dış politikası, ülkemizin içinde bulunduğu sorunlara ve yalnızlığa yenisini eklemeye, yenilerini eklemeye devam ediyor. Zaten zor durumda olan ülke ekonomimizde, Suudi Arabistan yönetiminin bir süredir uyguladığı üstü örtülü ambargoyu Türkiye menşeli malları ülkeye almayacağını açıklayarak resmî hâle getirdiğini daha birkaç gün evvel duyduk yani bir açık daha oluştu. Suudi Arabistan, bizim en fazla ihracat yaptığımız ülkelerden bir tanesi; 15’inci sırada yer alıyor. Türkiye’nin 3,5 milyar dolara yakın ihracatı var Suudi Arabistan’a, 3 milyar dolar da Suudi Arabistan’dan ithalatı var yani nereden bakarsanız 6,5 milyar dolarlık bir ticaret hacmi. Kötü giden ilişkilere rağmen en azından ticaret alanında ilişkileri iyi tutabilirdik ama Suudi Arabistan’ın bu ambargosu nedeniyle, başta Hatay’daki üreticimiz olmak üzere, üretim sektöründe, tarım sektöründe, nakliye sektöründe birçok vatandaşımız mağdur oluyor. Bu mağdur olan vatandaşların tazminatlarını ve onların mağduriyetlerinin karşılığını ne zaman, ne şekilde, nasıl karşılayacaksınız? 

Bakın, iktidarın dış politika hamleleri ekonomimizi de hedef alıyor. Maalesef, hatalı dış politikanın faturası her seferinde yurttaşlarımıza kesiliyor. Suudi Arabistan’dan bahsettik ya, iktidarın kavgalı olduğu diğer ülkelere de şöyle bir bakalım: Örneğin, Birleşik Arap Emirlikleri’nin 2019 yılında Türkiye’nin ihracatındaki sırası 19. Mısır’ın Türkiye’nin ihracatındaki sırası 13, İsrail’in Türkiye’nin ihracatındaki sırası 9. Yani bizim ihracat potansiyelimizin sürekli olarak arttığı ülkelerle sürekli kavga ediyoruz. Ülke ekonomimiz ve ülkemizin bölge gücü adına bu ülkelerle kavgalı olmak ne kadar doğru, ne kadar isabetli?

Değerli milletvekilleri, iktidar iç politikaları mülahazalarıyla yürüttüğü politikaların başında gelen konulardan biri de Libya. Suriye’de Emevi Camisi’nde namaz kılmak hedefiyle çıkıp İdlip dar boğazında sıkıştık, Libya’da Sirte, Cufra hayalleriyle yola çıkıp Trablus’ta sıkıştık. Özellikle Libya’da son dönemde yaşanan siyasi gelişmeler ve Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti Başkan Saraç’ın istifa edeceğini açıklaması Ankara’yı ciddi bir şekilde telaşlandırdı. Libya’da tarafsızlık yerine yanlı ve ideolojik bir yaklaşım sergileyen iktidar, Libya’da barıştan yana olan sözde samimiyetini ateşkes sürecinde izlemiş olduğu “Bekle gör.” politikasıyla gösterdi. Ateşkes ilan edildi, dört gün Ankara’dan tık çıkmadı. İktidar Libya’da yaşanan bu gelişmelere karşı -bir de üstelik kamuoyunu manipüle edecek şekilde- bazı tweetlerle aldatmacalar yapıyor. Hani, biraz evvel de sözü edildi, “Kimden yanasınız?” diye. Biz, Libya’nın bütünlüğünden ve birleşik Libya’dan yanayız. Biz haktan, uluslararası hukuktan yanayız. 

ERKAN AKÇAY (Manisa) – Türkiye de öyle.

AHMET ÜNAL ÇEVİKÖZ (Devamla) – Neden öyle olduğunuzu da şu şekilde anlatayım: Birleşmiş Milletlerin Türkiye ile Libya arasında 27 Kasım 2019’da imzalanan ve iki ülkenin Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını belirleyen anlaşmasını kayıtlara geçirdiği evrak kaydı belgesi, Birleşmiş Milletlerin anlaşmayı tescil ettiği şeklinde duyuruluyor. Bakın, onun için uluslararası hukuktan yanayız, onun için aldatmacalara karşıyız. Libya’da yaşanacak olan değişimle mutabakat yürürlükten kalkarsa böyle bir durumda vatandaşlarımıza bu durumu nasıl anlatacaksınız? Biz bu milletin daha fazla “Kandırıldık.” şeklinde bir açıklama duymasını istemiyoruz. (CHP sıralarından alkışlar) İktidarın ikircikli politikalarına muhalefet partileri olarak bizler alışkınız ama biz alışkın olsak da vatandaşlarımızın ne böyle bir diplomasiyi ne de böyle bir kamu diplomasisini hak ettiğini düşünüyoruz.

Bizim Libya konusunda Cumhuriyet Halk Partisi olarak isteğimiz, Trablus’taki hükûmet ve Tobruk’taki temsilciler meclisi arasındaki savaşın barışçıl yöntemlerle sona ermesidir ve Libya’nın bir an önce huzur ve istikrara kavuşmasıdır. Bu, hem Afrika Kıtası hem Doğu Akdeniz’in güvenliği için elzemdir. Ayrıca, küresel ölçekte terörizmle mücadele konusunda da Libya’daki gelişmeler belirleyicidir. Bu nedenle, ateşkesle başlayan süreci destekliyor, Libya’da bir an önce barışın tesis edilmesini arzu ediyoruz.

Değerli milletvekilleri, iktidarın diplomatik yenilgilerinin ve başarısızlıklarının üzerini hamasi bir küresel itibar ve liderlik söylemiyle örtmeye çalışması, ülkemizin itibarını zedeleyerek bölgesinde söz sahibi bir ülke olmasına engel oluyor. İktidar dış politikanın her alanında ibreyi şaşırmış durumdadır. Bu şaşkınlığı giderecek olan, cumhuriyetle özdeşleşmiş kurumsal dış politika anlayışıdır. İşte, ülkemizin muhtaç olduğu bu anlayış Cumhuriyet Halk Partisindeki asil kadrolarda mevcuttur. (CHP sıralarından alkışlar)